24 Mayıs 2008 Cumartesi

Öğrovizyon şarkı yarışması

Dondurma yediğim içün ilk şarkıyı kaçırdım dostlar, sonunda duyduğum kadarıyla slow bir şarkı ile Romanya idi ilk yarışan ülke
İngiltere geçen sene havayolu şirketi konsepti yapmıştı, bu şarkıları başarılı bak!
Şimdi Arnavutluk çıktı. Kızın sesi birine benziyor ama kim?
Almanyadan katılan kızlar böyle bir Spice Girls tadında şarkı söylüyorlar
Ermenistan çıktı, gelgel isimli şarkıyla, kız çok güzel, böyle gayet kalça atıyor, aferim.
Bosna Hersek çok eğlenceli bir gösteri sergileyerek şirin bir şarkı söylüyor, bunlar kazanırsa üzülmem
İsrail boyband ile gelmiş
Finlandiya gayet 80ler rock gruplarından birini yollamış
Hırvatistan moruk bir dede yollamışlar, adam taburede oturuyor maazallah düşer müşer. Şarkı da eminim çakma bir şey. Çok tanıdık melodiler.
Polonyadan çakma celine dion ne diyon, ne kendisini ne çakmasını, iğrenççç
Buzlardiyarı İcelan şimdi elektro bir şarkı söylüyor, oldukça hareketli
MORLARRRRRR muhteşemdiler, ömrümde ilk kez bir öğrövizyon şarkımıza baştan sona eşlik ettim. Çocuklar harikaydılar.
Portekizden obez ablaların ilahisinden sonra gerizekalı Letonya korsan şov başladı sayın seyirciler.
İsveçli maske suratlı botoks patlaması yaşayan ablayı izliyoruz, iki tane de taş hatun atmış arka plana, epey seksi bir örövizyon bu örövizyon
Danimarkalı ibişi yarıfinalde de sevmemişim, finalde de sevmedim.
Gürcistandan Neslihan yargıcı gelmiş sandım bir an.
Ukrayna çok seksi, güzel bir hatunla yarışıyor, Türkiye’den 12 puan buna gider kesin.
Fransada n dingilin biri golf arabasıyla geldi sahneye, 50lerden kalma bir şarkı söylüyor, oyyy oyy
Azeri kardeşler çıktı şimdi…. Pardon da, keşki çıkmasalardı, kabus bu kabus.
Yonanistanın şarkısı olmamış bu sene sanki, solist mini payetli elbiseli güzel bir kız, bu sene genel temayül bu. Yazık Morlara.
İspanya bir sürü yarı çıplak kız ve gerizekalı bir moronun şarkısıyla katılmış bu sene, hay Allah cızırtınızı versin, bi sktirin gidin çay koyun
Sırbistandan ağır aksak makamından bir şarkı geliyor şimdi
Rusya da gayet sıradan bir şarkı ile katılmış yarışmaya, arkada da o çılgın koreografiler yapan buz patenci herif kayıyor mayıyor, çok sıkıldım ben bu yarışmadan ya, Morların cdsini alırım dinlerim, bu çile ne be.
Son olarak Norveçin olgun ve de dolgun solisti çıktı sahneye. Fakat şarkısı güzel.

Birazdan oylama başlar artıkın Törkii nah puan mı olur ne olur bilemem ama Morlar muhteşemdi ve kendilerini seviyoruz.

Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı

Last Crusade'in sonunda Indy, babası Henry Sr., dostları Marcus ile çölde batan güneşe doğru atlarını sürüp gittiğinden beri yeni bir Indiana Jones filmi beklemekte idim sevgili seyirciler. Yıllar yıllar kovaladı, hepimiz yaşlandık, artık olmaz derken mutlu haber geldi. Sonra aylar süren eziyetli bekleyiş başladı. Ama işte, sonunda, sonunda sinemada tekrar bir Indiana Jones filmi izleyebilecektik. Daha sinemaya giderken heyecandan ağlayasım vardı. Sinemada ışıklar sönüp filmin ilk sahneleri başladı ve sonunda o harika Raiders March çalmaya başladı ve en sevdiğimiz kahraman Profesör Henry Jones Jr., Indy ekranda belirdi. Ah! Saçı gri, böğrü kırışık da olsa, oydu! Indiana Jones! Gözlerim dolu dolu oldu. Ah Indy, ah!

Filmin kötü karakteri taş gibi Sovyet ajan Irina rolünde Cate Blanchett yıkılıyor idi. Efendim, Sovyetler Indy ile arkadaşı Mac'i kaçırmışlar, çünkü istedikleri şeyi devasa depoda sadece Indy bulabilir. Depo, ilk filmin sonunda Ahit Sandığı'nın konduğu depo bu arada. Ve Sandık bir an bize göz kırpıyor.

Indy Rusların istediği şeyi buldu tabii, ve bu hani 1947 yılında Roswell'de bulunan zuzaylının cesedi imiş. Bu arada Indy tabii kamçısı ile Ruslardan kurtulup kaçmayı becerdi. Burada epey patlamalı aksiyon sahneleri geçti. Harrison Ford taş gibiydi maşşallah. Hatta çölde bir nükleer bomba patlattı. Bu yüzden FBI silkeledi biraz Indy'i.

Bundan sonra Indy'i kollejde ders verirken gördük. Maalesef Marcus Brody'i oynayan Denholm Elliot yıllar önce öldüğü için onun yerine Moulin Rouge'daki pezevenk Harold Zidler rölüyle sevgimizi kazanmış olan dayı gelmiş, tabii Marcus değil de yeni dekan mı ne. Hani Marcus nasıl Indy ders verirken sınıfa damlardı, bu da aynen öyle gelip Indy'ye haberleri yumurtladı : FBI Indy'i silkelediği için Indy kollejden kovulmuş. O kovulunca bu da istifa etmiş. Bunlar beraber Indy'nin evine gittiler. Orada eşşek kadar Dr Henry Jones Sr fotosu görüp Grail tema müziğini işitince duygulanmamak mümkün değildi. Öğrendik ki Indy'nin babası ile Marcus force'un rahmetine kavuşmuşlar.
neyse efendime söyleyeyim, Indy memleketi terk etmeye karar verdi, trene bindi. Bu otururken motorlu (Marlon Brando'nun The Wild One'daki tiplemesi ile Grease'deki John Travolta'nın karışımı) bir delikanlı perona gelip Indy'e profesor Oxley'in kaçırıldığını, onu bulmak için annesinin kendini Indy'e yolladığını söyleyerek yardım istedi, çünkü Oxley'i kaçıran adamlar anasını da kaçırmış.
Bu arada oğlanın adı Mutt. Mutt ile Indy konuşurlarken Ruslar bunları bastı, motorlu bir takip sahnesi yaşadık, özellikle kütüphane kısmı çok hoştu. Ayrıca kampüste Marcus Brody anısına bir heykel dikilmiş onu da gördük. Kaçırılan annesinin Mutt'a yolladığı Oxley'in şifreli mektubunu çözen Indy anladı ki, bütün olay bir kristal kafatası ile ilgili ve kaçırılan arkadaşı Oxley bu kafatasını bulmuş.

Olayın devamında Indy ve Mutt Peru'ya uçtular , çünkü kafatasının Nazca'daki enteresan çizimlerle alakası var idi. Burada Oxley'in kafayı tırlatınca yatırıldığı hastanede yeni ipuçlarını çözen Indy, kadim Maya mezarlıklarına girip kristal kafatasını buluverdi! Fakat mezardan çıktıklarında Ruslar bunları yakaladı.



Rusların kampına götürüldüklerinde kafayı yemiş Oxley ile Mutt'ın kaçırılmış annesini gördüler : Marion Ravenwood ! Indy ile Marion'un didişmeleri çok eğlenceli idi.


Irina burada Indy'e bazı şeyler anlattı. Mesela filmin başında buldukları zuzaylı cessedindeki iskelet kristaldenmiş, yani anlarsınız ya, kristal kurukafa aslında bir zuzaylıya ait ve bu kelleyi Mayaların altın şehrine götüren her kimdir ki, onun gücüne sahip olacaktır. Oxley bu kellee fazlaca baktığı için kafayı yemiş meğerkim.



Indy, Marion, Mutt, oxley bu arada bir hengamede kaçmayı becerdiler ama Marion ile Indy bataklığa gömülünce Marion gerçeği itiraf etti; Mutt aslında Henry Jones the third imiş, Indy'nin oğlu imiş! Burada Indy ile jr arasındaki, Crusade'de Indy ile babasına göndermelerle dolu muhabbetler şahane idi.

Ruslar bizimkileri bataklıktan kurtardılar. Bundan sonra Amazon ormanlarında geçen çok hareketli takip, kovalamaca, bazukaylan kamyon patlatmaca sahneleri izledik. Bu filmin iğrenç yaratıkları dev karıncalar birkaç tane Rus askerini yedi, kahramanlarımız üç katlı dev şellaleden düşe kalka kafatasının ait olduğu efsane şehri buldular. Tabii bu sahneler çok bilmeceli, tam Indy'e yakışır sahnelerdi.




Nihayet kafatasının açtığı gizli odaya girince, odanın çevresinde birsürü kristal iskelet, birinin kafası eksik, Rus karı Indy'nin elindeki kafatasını alıp yerine takınca altın şehir çökmeye başladı , zuzaylılar Irina'nın bilincine mi ne girdi, böyle birşeyler oldu, çünkü kafatasına sahip her kimdir ki, cümle alemin bilincini kontrol eder, Irina evrenin sırrına vakıf oldu ama beyni patlayıp öldü, kahramanlarımız kaçıp kurtuldular, zuzaylılar da ufoylan uçup gittiler. (uzaylar arasındaki boşluğa, başka bir boyuta neyim gitmişler ayol) Oxley'in aklı başına geldi, (kör olsa gözleri açılır ya o hesap) , Mutt Indy'e baba dedi, da ona Jr dedi. Filmin sonunda Indy Marion ile evlendi, ve onlar kiliseden çıkarken çalan Raiders march ile filmimiz sona ermişti.

inşallah bir tane daha çekerler!

23 Mayıs 2008 Cuma

Indyyyyyyyyyyy

Radikal İnternet -En sevdiğimiz arkeolog geldi

Beni büyütün, ağlatmayın; Sahte düşlerle oyalamayın

Morlar muhteşem performanslarıyla finale kaldılar örovizyonda.
Hepsi birbirine benzeyen gudik şarkıların arasında Morlar çılgın attılar, zıpzıp zıpladılar, üstelik ne mini etek giymişlerdi, ne de memeleri fora etmişlerdi. Yürrüü bee

Bir akıllı bir yarım deli
Dört yanım akıllı bir yanım deli
Herkes akıllı bir ben deli
Bir ben deli bir ben deli


21 Mayıs 2008 Çarşamba

Hayırdır inşallah

İstanbul, 21 Mayıs
Sabah tek bir uyduruk süprem atlet ile evden çıktım, o bile fazla geldi
herhalde bu yaz çırılçıplak dolaşacağız?

20 Mayıs 2008 Salı

Boğaziçi'nde bir yaz günü

Haftasonu İstanbul'a yaz gelmiş idi, biz de bütün kızlar toplandık ve Bebek'te buluşup lazer epilasyoncusuna gittik sayın seyirciler. Burada bir güzel istemediğimiz kıllardan kurtulup (istediğimiz var mı ki bebişim?) yılanbalığı gibi pırıl pırıl olunca ; midemizin götürdüğü yere; Emirgan'a giderek 3 saat süren uzun ve yoğun bir kahvaltı yaptık. Sarı Köşk'te açık büfe kahvaltı 20 ytl, menüsü de çok zengin. Ben en çok sosis olmasını seviyorum sıcak sıcak. Bir de çilek var, kahvaltının üzerine ferahlatıcı oluyor.

Emirgan o kadar sıcaktı ki, birer atletle oturabildik ancak, o yüzden deniz havası alalım diye Yeniköy'deki çay bahçesine gittik. Bildiğiniz gibi burada yaş ortalaması o kadar yüksek ki; arada tansiyoncu amca dolaşır, maazallah!

Çaybahçesinde dondurma yedik ama hoşumuza gitmedi. Biz de kazıkazan oynadık! Tanesi 50 kuruş ama hiçbirşey çıkmadı. Çıksa zaten burada tapi tapi çalışıyor olmazdım.

Çay bahçesinden , özellikle garsonların öküzlüklerinden (dondurmayı çatalla getirdi biri, neredeyse milkshake kıvamında idi dondurma) bıkınca yine arabaya atladık, Aşiyan'a geldik. Boğaz o kadar güzeldi ki, su şıkır şıkır, o turkuaz rengi göz alıyor...

Aşiyan'da daracık ve labirent gibi yollara dalarak Bümed tabelasını takip ettik ve Bümed'in yanındaki Arka Bahçe denen mekana gittik. Kazık fiyatlarını enteresan bahçe mimarisi ve şirin köpekleriyle dengelemeye çalışan bir yer. Ama ama, küçücük sahanda melemen 10 Ytl olunca bizimkiler 3 sepet ekmek yedi yanında. Ben hala kahvaltının etkisi altında olduğumdan dondurma aldım ama bu seferki güzeldi.

İşte bir haftasonu böyle geçti , bütün gün Boğaziçinde gezmek .. insan başka ne ister ki?
Bu haftasonu ise, KAMÇILI ABİ gösterime giriyor, yani nerede olacağım gayet belli değil mi dostlar?
Indy!

13 Mayıs 2008 Salı

Miss Judy Abbott Tepetaklak

Dostlar, bizim şirkette inşaat başladı, biz henüz içinde iken yıkıma gelenler inanılır gibi değil ama tekme tokat duvarlara giriştiler, ömrümde böyle şey görmedim ayol . Adamların ayakları bizim duvarlardan geçti.

Neyse haftasonu geçip biz işe gittik ki ne görelim, deprem olmuş şirkette, heryer heryerde, bilgisayarlar bembeyaz toza bulanmış, telefon yok, faks yok, internet yok, yerlerde toz toprak taş yıkıntı süprüntüler . Biz de işte bu yıkıntılar ortasında sahra masalarında uğraşıyoruz.
Sonra ne olduysa Taner Bey aradıktan sonra oldu, birşey halletmemi rica etti, ben de toz toprak arasından aşağı kata doğru koştururken jjjjjjjtttttttt merdivenlerden uçuverdim, çıtork diye bir sesle aynen şu yeni Magnum reklamındakı karı gibin bileğimi burktum, yerlere yayılarak kafamı da tuvalet kapısına geçirdim dostlar. Ah ah bari bu olmayaydı şerefimle düşmüş olurdum ama işte kader püahahaha. Fekat sonra magnum reklamındaki gibi sarı saçlarını üfüre üfüre bir sovyır yardımıma koştu mu? beni limuzinin arkasına yatırıp yarama buz bastı mı? nerdeeeee
Anca ben toparlanıp merdivenlere bir oturdum, sonra da aağğyy ğğğoooyyy inleyerekten dövünmeye başladım ahahahah Tabii şimdi komik geliyor da o anda ne canım yandı, bi de kafam hela kapısına geçmiş, iyi ki içeri girmemiş yoksa zehirlenerek ölürdüm valla .
neyse dövünüp inleyerek Showroom'a indim, oracıkta oturup ayağımı da sehpaya kaldırıp başladım hünkürr hünkürr zırlamaya. Ağladım ağladım tabii nereye kadar, yüzümü yıkayıp bi güzel sümkürüp kös kös bizim sahra ofisine geri çıktım . Aaa Haydar Bey bu sefer "bilmemneleri kontrol ettin mi?" diye sormaz mı, anlattım böyle böyle oldu diye inleyerek. "Merdivenlerden uçtum, bileğim burkuldu" deyince "Aaa gerçekten mi" diye sormaz mı? Tabii sinirlerim boşaldı benim. "Yaa çok heyecanlandım saçmalıyorum" dedi Haydar Bey bu sefer hay Allahım . Haydi o yoklukta buz bulduk, ayağımı buz torbasıyla sarıp tabureye dayadım da oturdum, sonra erkenden evlere dağıldık zaten.

Fekat o magnum reklamı yalanmış, işte bunu öğrenmiş olduk.

10 Mayıs 2008 Cumartesi

hayatın bu hafta bana yeniden öğrettikleri

az kaşardan tost , çok kaşardan dost olmaz.

ben imkansız aşklar için yaratılmışım.

mühendis çokbilmişliğinden kurtulmanın mümkünatı yok.

insan ögrenmek istedigi zaman ipe ipe ögreniyor.

gelen birşey getiremediğinden , giden de birşeyler alıp götüremiyor.

limewire dan bilgisayara acaip virüsler iniyor.

canım çok pis künefe çekiyor.

insan büyüdükçe harbiden içinde birşeyler katılaşıp , yassılaşıyor.


(özel madde : ingiltereden türkiyeye retina hücresi göndermek için özel yetki gerekiyormuş. kuzene saygılarımla....)

7 Mayıs 2008 Çarşamba

1 Mayıs 2008 Perşembe

Yeni bir sayfa

Bir küçük siyah şemsiye,
Tek kişilik aslında
köşeyi dönünce ulaşılan ,
isimsiz , dar bir sokakta ,
iki kişilik ;
iki kişi birbirine iyice sokulursa ,
yağmurlar altında…
Birbirinin gözünün içine
Bakan , iki insan ,
Günlerden otuz nisan.
Ne kadar da parlaktı hava ,
Nem mi kaptım acaba ?
Neden korktum kaybetmekten ,
seni o anda…
yağmurlar altında ,
sensiz değilmiydim yıllarca…
Yaşamak kısmı , şimdi
Biraz aklımı karıştırıyor galiba ;
Baksana , kendimi
Sorgulatıyorsun bana ,
Yeni bir sayfada ,
silik bir hayal olsan da …
şimdi , neden bu sessizlik,
diye sorsam sana .
beni yarın sevmeyecek misin
yoksa….