31 Aralık 2008 Çarşamba

2009

şimdi her sene yaptığım gibi yılsonu özet yazısı yazmam gerekmekte. siz bilmiyorsunuz ama 1991 senesinden beri tuttuğum günlüklerin hepsinin arkasında 2-3 sayfalık bir de yıl sonu özet raporu bulunmakta (çok mu terapiye ihtiyacım var?)

2008'e şirket partisi ile girmiştik, bu sene parti falan yok, hepimiz de mutsuzuz. Acaba diyorum, ben mi bulaştırdım bu mutsuzluğu, hani ben hep gülerim anlamazlar ama.. Neyse bana ne?

2008 Ocak ayında kar yağmış, biz koleksiyonları göndermek için gecenin körüne kadar çalışmışız. Lady Charlotte deneysel bir Wikipedia çalışması yapmış, işi gücü bırakıp gerçek fakir seyyahlar olmaya karar vermişiz.

Şubat ayında, o zamanlar hala benimle olan kediciğe keditozlu oyuncak fare almışım. Kitap Kulübü ve Al Pacino sevgisi bloglarını yayınlamışız ama okuduğumuz binlerce kitabın özetini yazmak zor gelmiş. Sibirya soğukları gelmiş yine İstanbul'a, Oscar törenini izlemişim ben gene.

Mart ayında Santral İstanbul Otto restoranda pizzalar yemişiz şahane, 30.yaşımı harika bir ziyafetle kutlamışız, Lady Charlotte ile İstanbul'da gezmişiz, Şarabi'ye gitmişiz, Astoria'da yiyebildiğin kadar ye Suşi akşamlarını keşfetmişiz.

Nisan ayında Lady Charlotte Friendly Society'e gitmiş London'da:), bilgisayarım bozulmuş, tamir etmişler, bir sürü Paris kitabı almışım, Zekish sigarayı bırakmış :), ilk trençkotumu almışım, Emirgan bahçelerinde baharı karşılamış, Sarı Köşk'te kahvaltılara başlamış, İstinye Park'ı keşfetmişiz.

Mayıs ayında İstanbul'a yaz gelmiş, Miss Judy Abbott merdivenlerden uçmuş tepetaklak, lazer epilasyon grubumuzu kurmuşuz, 21 Mayıs'da hava o kadar sıcakmış ki, atletle dolaşıyormuşuz. Mor ve Ötesi Eurovision Şarkı YArışması'na katılmış,veee yıllardır özlemle beklediğimiz İndiana Jones, yepyeni bir filmle geri dönmüş.

Haziran ayında Al Pacino'nun son filmi çıkmış ama biz Sex and the City'e gitmişiz. Obi Wan kuzenim evlenmiş

Temmuz ayında üzerime bezginlik çökmüş, kaktüs çiçekleri açmış, Boğaz'da bol bol gezmiş, Japon Bahçesini keşfetmiş, Taksim'de kuzenler gecesi yapmışız.

Ağustos'da bovling oynamışım, Özgür'ün yeni evine temizliğe gitmişim, 1 haftacık yaz tatilimi Akçay'da geçirmişim, Aslı Butik'den elbise, La Senza'dan asortik iç çamaşırları almışım. Masumiyet Müzesini okumuşum.

Eylül'de İstanbul'da yaz hala devam ederken, Lady Charlottecuğum ile moda çekimleri yapmışız, La Capitana'ya iftar şölenine gitmişiz, bir gece de Sultanahmet ramazan şenliklerine katılmışız.

Ekim'de senenin tek seyyahati, Fransa Şatolar Vadisine gitmişim. REM konserine de yetişmişim. Aşk ı Memnu izlemeye başlamışım, ishal olmuşum, blogger yasaklanınca öfkeden kudurmuşum.

Kasım'daMustafa filmini izlemişiz, kitap fuarında coşmuşum, ve 1 hafta izin alıp İstanbul'da turist olmuşum, şehrimi keşfetmişim. Camiler, müzeler, saraylar derken Miniatürk'e bile gitmişim. Lego İndiana Jones bilgisayar oyunu ile gerçek hayattan kopmayı başarıp mutlu olmuşum. Yine Judy ve Uzunbacak'ı izlemişim.

Aralık ayında Paris kitapları, siyah ayakkabı gibi mühim şeyler almışım, Lego Star Wars II bilgisayar oyunu ile bayılana kadar oynamışım, vee Real Fİesta'da Round Robin başlatmışız. bir de bir kere kar yağdı İstanbul'da.

İşte bir insan hayatının koca bir yılı, 12 ayı böyle geçmiş.

2009'dan dileğim herkesin pozitife odaklanmasıi konsantre olması, rahatlaması ve gücü kullanmasıdır.




29 Aralık 2008 Pazartesi

sikeyim böyle aşkın izdirabını!!!

sefil halde okmeydanından metrobüsle mecidiyeköye, oradan etilere gelmiştim. daha 1 saat öncesinden bahsediyorum. otobüsten indim bi halt yok, birden ansızın kar başladı. ulan siktiğimin etilerinde tipi var, yerler bembeyaz oldu, gözgözü görmüyor. neyse bi taksi durdu, moruk bir amca, daha çamlıbahçe dedim başladı kurkur, ya ilk biz iniyorsak, ya yolda kalırsak, ulan uludağ mı burası, daha 2 dakikadır kar yağıyor, sanki titanikteyiz de buzdağına çarpacaz. moruk ırın kırın etti, dön geri geldi, etilerde dolandı dolandı, bebek yokuşunun başında ben inmem aşağıya diye zırlamasın mı, bir de diyor ki, para verme istemiyorum, "ulan istesen de vermem param yok" dedim, bastım indim taksiden. akmerkezin ordan bizim eve inmeye 5 liram var , bir de öküz benden para isteyecek etilerde tur attı diye. siktirgit pezevenk . neyse o siktiğimin etilerinde tipi altında akmerkeze doğru yürürken başka bir taksi durdu, bebek'e iner misiniz dedim, hee dedi, gençten bir adam. tıngır mıngır indik bebek'e, tabii bizim burası ılıman iklim , bir tek kar tanesi bile yok dostlar. taksimetero 4 lira 60 kuruş tuttu, verdim 5 lirayı, allah razı olsun dedim, hayır dua ettim adama. şimdi yemeği de ağzima mı yedim burnuma mı yedim anlamadım, asabım bozuk.

o zaman hepinize donsuz geceler ulan!


28 Aralık 2008 Pazar

Avustralya : 2008 model Rüzgar Gibi Geçti

Haftasonu , ikibinli yılların epik melodramı olmaya aday Avustralya filmini izledim sevgili seyirciler. Filmi Astoria Cinebonus'un yatay pozisyondaki koltuklarında izlemek bambaşka bir deneyimdi. Astoria'da ilk kez insanlar gördüm, bir canlılık gördüm. Genelde bomboş, hayalet AVM takılır , hatta Sushico'daki yiyebildiğin kadar ye suşi mönüsü 40 ytl'den 35 ytl'ye düşmüş, demek o kadar sinek avlıyorlar. İşte neyse, Astoria'yı süslemişler, püslemişler, böyle daha ufak tefek, daha sıcak bir avm havası vardı. Hoşuma gitti.

Filmden önce Mariachi Cantina'da yemek yedik. Harika bir Meksika restoranı. Sıcak ve rengarenk döşenmiş. İştah açıcılar, nachoslar enfes görünüyordu, biz kalabalık olmadığımız için üzerinde mozarella eritilmiş sarmısaklı ekmekler yedik, çıtır ıtır ve muhteşemdi. Anayemek olarak aldığımız fajitas, ispanyolca adını anımsayamadığım eritilmiş fırın peynir ve sezarın hakkı sezara salatası muhteşemdi. Yalnız fajitanın eti acık sert olmuş, açık konuşayım. Yemeğin üzerine birer kadeh sangria aldık. Aman Allah! Bu bir nefasetti. Yanında gelen sade nacholar tazecik, tuzlu tuzlu, sangria buz gibi, kesinlikle muhteşem bir yemek idi.

Astoria'nın sineması da evlere şenlik. Heryer baştan aşağıya kırmızı kadife kaplı. Alt katta bilet alıp üst kat salona yine kırmızı kadife kaplı, tavanı boncuk bezeli asansör ile çıkıyorsun. Fantazim geldi ayol!!! Tuvalet desen aynalarla kaplı, kıpkırmızı birşey. Buradaki mantık beni aştı dostlar.

Filme gelince... Uzun ve şahane, eski moda bir film. Baz Luhrman'ın o çılgın stili en başlarda kendini gösteriyor, filmin devamında adeta Victor Fleming'den bol geniş açılı, harikulade manzaralı bir Rüzgar Gibi Geçti versiyonu izliyoruz. Daha ilk sahnede, kızıl ufukların önündeki ağaç manzarasından, balodaki açık arttırmaya, kahyanın çiftliği sahibesinin elinden almak istemesine, mütemadiyen "after all.." demelerine, (bekledim ha birisi şimdi after all tomorrow is another day diyecek diye) bol bol GWTW esintisi bulunuyor filmde. Harikulade Avustralya manzaraları ve mistik Aborijin büyüleri eşliğinde Nicole Kidman, 1500 tane besili öküzü çölden aşırtıp kasabaya indirmeyi başarıyor. Ama film burada biteceğine, Darwin kasabasının 2.Dünya Savaşı başında bombalanması, ve melez çocukların sürülmesi vb vb konulara dalarak neredeyse üç saatlik dev bir film haline geliyor. İçinde aşk da var, komedi de, savaş da, evlere şenlik bir film. Kesinlikle sinemada izlenmeli. Eminim 10 dalda falan oscara aday olacak fakat bu film efsane olamayacak. Oh, işte havadisler bu kadar.



25 Aralık 2008 Perşembe

Şıpıtık terliklerle Memo'nun peşinden koşarken - Episode III

Memo, ufacık tekneyi dalgalardan aşırtarak Ayvalık’a doğru götürüyordu. Ben de kucağımdaki kedimi sakinleştirmek için gıdısını kaşırken çaktırmadan Memo’yu izledim ve Kızılkeçili köyünde, Kaz Dağlarından gelen soğuk suları içe içe maşşallah pek güzel büyümüş bu yağız genci takdir ettim içimden.

Yol boyu ikimiz de ağzımızı açıp bir laf etmedik. Teknenin etrafında denizin çalkalanması, kucağımdaki kedim Sürtük’ün purrlamasından başka ses duyulmuyordu aramızda. Nihayet, Ayvalık’ta halalarımın oturduğu siteye yaklaşınca, “işte , şu iskeleye” dedim Memo’ya.

Suya bu denli yakın olduğu için huzursuzlanan kedim Sürtük’e sıkı sıkı sarılıp dikkatle kayıktan sahile atladım, Memo tekneyi bağladı, peşimden geldi, “çabuk, halanı hemen bulmalıyız” dedi heyecanla. “halamın evi hemen şuracıkta” dedim ve kucağımda kedim, peşimde Memo sitenin içine doğru koşmaya başladım.

Halamın bahçe kapısı aralıktı, bahçede ne halam ne eniştem görünüyordu, halbuki bu saatlerde bahçeye inip bayılana kadar okey oynamayı pek severler. İçimde tuhaf bir rahatsızlıkla eve koştum, kapıyı çaldım. Birkaç saniye geçmemişti ki, kapı açıldı, hiç tanımadığım, baştan aşağı takım elbiseli ful aksesuar bir adamla yüzyüze geldim.

Şaşkın şakın adamın hipnotize edercesine yüzüme dikilen çelik grisi gözlerine bakakaldım, “S-sen kimsiniz??” diye bağırdım heyecanla. O çelik grisi buz gibi gözler hafifçe kısıldı.
“ben Kamuran” dedi çılgıncasına yakışıklı esrarengiz karizmatik adam. Adama karşı kırıtıp şuh bir poz almak istedim ama Kedi Sürtük kucağımda debelenmeye ve tıssslamaya başlamıştı. Onu tutmaya çalışırken “Halamlar nerede?” diye sormak aklıma geldi, Memo ise o kalın kara kaşlarını çatmış, yiyecekmiş gibi ful aksesuar Kamuran’a bakıyordu. “Halanız Kuşadası’na gitti” dedi Kamuran kısaca. Kediyi kucağımda zaptedemiyordum artık, bir yandan hayvancağızla boğuşup beri yandan yakışıklı yabancıya gülümsemeye çalışırken, “nedennn” diye sordum, bu sırada Sürtük ciyak ciyak bağırarak Kamuran’ın üzerine sıçradı.

Donakaldığım birkaç saniye içinde Kedi Sürtük’ün çığlıkları, tıssslamaları, ve Kamuran’ın böğürtüsü arasında havada kumaş parçaları uçuştu. Kamuran ve halamın ince ayaklı antika sandalyeleri, en tepede vargücüyle tırmıklayan kedimle beraber gümbürtüyle yere yığıldı. Ben tam onlara doğru koşacakken, Memo elimi yakaladı, “koş” dedi, “koş, çabuk, buradan gitmemiz lazım” , beni çekerek bahçeye çıkartırken, “dur” diye bağırdım, “kedim, kedimi bırakamam” . Memo’dan elimi kurtaramıyordum bir türlü, boğuşarak bahçe kapısına varmıştık. “Kedini merak etme, ona bir şey yapamaz” diye bağırdı Memo, “kedilere zarar veremezler, aksine kedilerden çok korkarlar, anladık ki halan burada yok, artık tek şansımız Ayvalık’a inip oradan bir hoca bulmak”,
“onlar da kim Memo?” diye sordum şaşırarak, “üç harfliler” dedi Memo, “Neeeaaa, ne diyorsun Memooo??? Yani Kamuran??”
“Kamuran’ın karşısında ağzı açık ayran budalasına dönmeseydin anlardın, boşuna bağırma, köyü kurtarmak için çok az zamanımız kaldı, kedin de bizi Kamuran’dan kurtaracak, dönüşte onu alırız merak etme.”
“Ama ya kedime bir şey olursa?”
“Dedim ya kedilere hiçbir şey yapamazlar, çok çok eski zamanlarda insanlar kedileri tanrı yerine koyup onlara taparlarmış, sonra insanlar bunu unutmuşlar ama kediler asla unutmamış. Bir de bu, bu .kadim varlıklar unutmamış. O yüzden kedilerden çok korkarlar ve kediler de onları görür görmez tanır ve cezalandırır”

Memo’nun arkasından sitenin kumlu yollarında koşmaktan ayaklarım ağrımış, şıpıtık terliklerden çıkan dolma parmaklarım kirden çingene dönmüştü. Halim pek zibidiydi, öylece evden çıkmış, sonra kendimi en akıl almaz bir maceranın içinde bulmuştum. Memo’nun karşıma nasıl çıktığını bilmiyordum, ani bir kararla onu taa Ayvalık’a sürüklemiş, bu sefer de halamı bulamamıştım. Acaba halam neden Kuşadasına gitmişti? Kamuran gerçekte neydi? Halamın evinde ne arıyordu? Kedimi bir daha görebilecek miydim? Ve Memo’yla köyü basan iyi saatte olsunları kovup sevdiklerimizi kurtarabilecek miydik? Sorular kafamda dönüp dururken Ayvalık’a varmıştık

Tanımadığımız karanlık mahallelerde koşa koşa cami ararken , aklım başıma geldi, “Memo, Memo, peki Kamuran’ın şey olduğunu nerden anladın?” Memo gülümsedi, “Ben senin gibi adamı görünce kendimden geçmedim” “Yaa doğru konuş, bir şey sordum” diye bağırdım , yine güldü Memo “ben onun ayaklarına baktım” dedi, “eee?? Yani?” Memo’nun gülümsemesi silindi yüzünden, hafifçe şöyle dedi : “Adamın ayakları tersti”.


17 Aralık 2008 Çarşamba

Ege'li Memo ve Boğaz Kızı Judy Episode II

Ayağımdaki terlikler her adımda beni zorluyordu. Sarfettiğim çaba ve de en önemlisi duyduğum korku nedeniyle soğuk soğuk terliyordum. Daha fazla devam edemeyeceğimi düşündüğüm bir anda Memo aniden duruverdi önümde. İki yanımızda kesme taştan yapılmış köy evlerinin avlu duvarlarının yükseldiği, parke taşlı daracık bir yolda, kalp atışlarımızdan başka ses duymayı umarak beklerken, ensemdeki tüyleri diken diken eden bir hisle ürperdim. İzleniyorduk. " Yarebbimm" diye fısıldayınca önümdeki yağız delikanlı Memo yeşil gözlerini bana çevirerek sus dercesine baktı. Ondan aldığım güçle başımı arkamı çevirmemle birlikte, sağ tarafımdaki duvarda bir çift fosforlu şekille göz göze geldim. Tam o meşhur çığlığımı koyvermek üzereyken fosforlu ışıktan bir tıslama geldi. Ardından da sevgi dolu bir miyavlama.Teyzemlerin bahçesinde bakıp büyüttüğüm, ellerimle beslediğim minik uğurumun beni bırakmayuacağını bilmem gerekirdi aslında. Buna rağmen "Sürtükkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk , benim sevgili kedim. Ne işin var burada" diye çığırmama engel olamadım ve aynı anda iyi saatte olsunların yerimizi belirlemesi bir oldu. Memo önde, ben ve Sürtük arkada gerisin geri sahile doğru koşmaya başladık. Bir an içimden " Allah'ım, iki yeşil gözlünün arasındayım. Acep dilek mi dilesem "diye düşünmedim de değil hani. Sahile varmamla düşüncelerim kesildi...


" Çabuk şu ipi çöz " diye bağırdı yeşil gözlü Memo. Ben aval aval bakarken, kıçtan takmalı motoru olan minik bir fiber tekneye atlayıverdi. Tekneden sarkan ince halat, Edremit Körfezine doğru uzanan minik tahta iskelede bir mapaya bağlı duruyordu. " La capitana sen bana yardım et, sen bana yol göster " diye dua ederek halata asıldım ve aslında halat olmayan adi ip elimde kaldı. İskeleden açılmaya başlayan tekneye doğru koşup, Nazgul'dan kaçan Frodo edasıyla tekneye düşüverdim.Memonun filmlerdeki kahraman edasıyla kıçtan takmalı motoru çalıştırmasını beklerken o ceplerini karıştırıp bulduğu bir anahtarla ve de bana yüzyıl gibi gelen bir sürede motoru çalıştırıp sahilden uzaklaştırmaya başladı. Kucağımda kedim, karşımda daha bir kaç saat öncesine kadar tanımadığım biriyle Ege'nin karanlık sularına doğru açılmaya başladık.

" Kahretsin! Denizin ortasında hocayı nasıl bulacağız? Birazdan hoca da dahil tüm ilçe etkilenmiş olacak.Sabah tüm ahali ağzı burnu yamuk kalkmadan bu belayı nasıl savacağız? Onların hızına yetişmemiz mümkün değil "dedi Memo.
Gecenin zifiri karanlığında hepsi birer elmas gibi parıldayan yıldızlardan birinin yanıp sönmesiyle bakışlarım körfezin karşı ucuna dikildi ve aklıma Ayvalık'ta yazlıkları bulunan La_Capitana'nın annesi sevgili halam geliverdi. Evleri denize çok yakın mesafede, hemen karşıda görünen ışıkların oradaydı. Sevgili halam ailenin baklavacısı, çiğ börekçisi ve evet dualarının gücüyle bilinen bir üyesiydi aynı zamanda.Yılın büyük bir kısmını bahçeyle, zeytinle uğraşarak geçiren halam ne zaman dara düşse, ne zaman içini bir sıkıntı kaplasa hemen dualara sığınırdı. Bir dileği olduğunda 4444 tane Selahattün, 7777 tane Failatun okur artık duaların gücünden mi yoksa Allah'ın sevgili kulu olduğundan mı bilinmez, tüm istekleri gerçekleşirdi. ( Niyetlerinin hep gerçekleşebilecek şeyler olabileceği konusunu aklıma dahi getirmeden ) " Buldum " dedim Memo'ya. Ayvalık'a gidiyoruz. Karanlıkta, karşı sahile doğru ilerlerken aklımdakileri anlattım Memo'ya. Yeşil gözlerindeki ifade bana inanmadığını ama gene de umut etmek istediğini gösteriyordu.
Gecenin ayazında tit tir titrer,küçücük bir teknede birbirimize sokulup ilerlerken arkamızda kalan kıyının kendisini ele geçiren kötü varlığın etkisiyle yavaş yavaş karanlığa hatta hiçliğe doğru gömüldüğünü farkedemedik.
Acaba bu beladan kurtulabilecek miydik?








14 Aralık 2008 Pazar

bizim köyü vampir bastı - Episode I

Selam dostlar

Tatil bitti, pek meyusum. Pazar gecesi, haftanın tüm gecleri içinde en tatsız olanı!

Tatil boyunca ev iki gün boyunca pek şenlikli idi, bayılırcasına yemek yedik, herkes bir ağızdan konuştu yine. Diğer günler ise bilgisayarda oyun oynadım, bütün Star Wars serisini tekrar seyrettim (elbette!), ve de kitap okudum. Önce Christian Jacq'ın Tutankhamon-Son Sır isimli kitabını bitirdim. Güya Howard Carter'in gayrimeşru bir oğlu varmış ve babasının Tutankhamon'un mezarından çıkarttığı varsayılan papirüsleri arıyor falan filan. Böyle bir kopuk kopukluk vardı kitapta. Howard Carter'ı sevdiğim için sabırla okuyup bitirdim. Sonu güzeldi. Bir nevi Da Vinci Şifresi'nin Mısır'da geçen versiyonu. Şimdi de yine bu vatandaşın meşhur Ramses serisine başlamış bulunmaktayım, fakat mesele Mısır ise, Elizabety Peters ve onun Amelia Peabody romanları bir numara bence!

İki kitabın arasında ise, Stephenie Meyer'in evlere şenlik Alacakaranlık serisini okudum. Seri toplam 4 kitap, memleketimizde 2 tanesi yayınlandı (Epsilon Kitabevi), Alacakaranlık ve Yeni Ay.

Alacakaranlık'ın kahramanı Bella isimli kendi halinde bir liseli kız (Amanın, okuduğum kitapların kahramanları ne zamandır benden çok küçükler?) Annesi yeni bir kocaya varınca, bu da her daim yağmurlu bir kasabada polis şefi olan babasının yanına taşınıyor. Ve yeni lisesindeki olağandışı insanüstü güzellikteki Edward'a aşık oluyor. Eh, Edward bir vampir. (burada çok açık saçık bir küfür savurmak isterdim ama blogumuz kapatılır maazallah) . Ve de bu dramatik, Romeo tadındaki ölümsüz, fedakar sevgili de Bella'ya aşık oluyor. Çünkü bu kızın kanının kokusu onu baştan çıkartıyor ama Bella ile yakın olabilmek için sürekli kendisine hakim olmak zorunda. Bu arada kanlı vampir savaşları, vb vb eksik değil tabii. Kitabın hitap ettiği yaş grubu 12-19 fakat yine de benim hoşuma gitti, cumartesi geceyarısından sonra 1'de başladım, sabah 5'te bitti 400 sayfa. Asla elde edemeyeceği aşkı uğruna acı çeken, insan kanı içmemeye yeminli dramatik vampir imgesi çok hoştu. Bugün de ikincisini okudum. Bu sefer Edward kardeş, tam bir Türk filmi edasında, nayır seni sevmiyorum Nella diyerek sevdiceğini terk ediyor. Bella da aylarca acı çektikten sonra genç bir Kızılderili ile arkadaşlık etmeye başlıyor. Eh bu oğlan da sonunda kurtadam çıktı dostlar hahahahaah.

İşte iki gün bunları okuduktan sonra düşündüm. Bu kitaplar deli manyak tiraj yaptı. Filmleri çekildi. Ulan biz şöyle bir zottirik şey yazıp paranın gözünü çıkarmayı neden beceremedik? Sevdiğim çocuk vampir çıktı, beni ısırmamak için beni terketti, omzunda ağladığım en iyi arkadaşım ise vampir avcısı kurtadam imiş. Hööööö. Hadi ama , biz bundan daha iyisini yapabiliriz değil mi Lady Charlotte'cuğum?

Episode 1

Mesela : Yaz tatilini geçirmek için Akçay Kızılkeçili köyüne gelmiş idim. Pazar akşamı köyde bir yürüyüş yapmaya karar verdim. Haki renkli kargo cepli bermudamı ve vişne çürüğü renkli havuz yakalı tişörtümü giydim. Flip floplarımı sürttüre sürttüre çıtırlıkta yürür iken, arkamdan ayak sesleri yaklaşmaya başladı. Yere halı gibi serili kuru kabuklar çıtır çıtır ötüyordu . İki yanımdan önce bağrışarak turuncu gagalı tombul kazlar koşturdu. Endişeyle arkamı döndüm , ama hiçbir şey yoktu. Çıtırlık yolu sakince aşağıdaki köy okuluna doğru uzanıp gidiyordu. Ama o halde o ayak sesleri ne idi yarebbim?

Önüme döndüm ve birşeye çarptım, korkuyla bağırdım. çarptığım adam kollarımı tuttu. Bu sefer korkudan çok kızgınlıkla suratına baktım. Bu, köy muhtarı Hüsmen Ağanın oğlu Memo idi!!! Geçen gün Yüksel yengelerin keşkek partisinde tanışmış idik! Yeşil gözleri tuhaf tuhaf parlarken, "burada ne arıyorsun, akşam vakti Çıtırlık'a gelinmez" dedi sert sert. Kollarımı hırsla çekerek ellerinden kurtardım. "Sana ne!" diye bağırdım. "Hem sen nereden çıktın? Yoldan sesler geldi ama sonra..." Kara yağız genç "şşşşt" diye beni susturdu. Birden havanın karardığını farkettim. Yolun aşağısındaki yemyeşil vadi pek tekinsiz göründü, çok uzakta Akçay ışıkları pek belli belirsiz yanmaya başlamıştı. Etrafta da tek tük evler vardı, köyün burasında pek oturan olmaz.
"Memo" dedim, ama lafımı bitiremeden yolun en ucunda bir alev topu oluştu. Havada asılı gibi öylece duruyor ama bir yandan da kartopu gibi dönüyordu. Sanki uyuyordum da rüya görüyordum, adeta aptallaşmış, ağzım açık yuvarlanarak ağır ağır bize doğru gelen alev topuna bakıyor idim. Memo birden elimden tuttu, "O terliklerle koşabilir misin" dedi, ağzım kurumuştu, birşey demeden yeşil gözlerine bakakaldım. Çok alçak sesle konuşuyordu "Şimdi yavaşça yürümeye başla" dedi, biryandan da elimden tutmuş beni çekiyordu, "koş" diye bağırdı ansızın, ve Çıtırlıktan Hasan Boğulduya doğru koşmaya başladık. "Memoo" diye bağırdım, "ne oluyor?".

Koşarken başını bana çevirdi, arkaya doğru baktı, sonra bana kısa bir kaş çatması ile cevap verip yine başını öne çevirdi. "Köyü iyi saatte olsunlar bastı" dedi, "Neee?" "iyi saatte olsunlar, hiç duymadın mı, üç harfliler" diye öfkeyle bağırdı. İyice kararan çıtırlıkta koşmaya devam ettik. Karanlık bir virajı daha dönünce nefes nefese durduk. Alev topu sanki peşimizden gelmekten vazgeçmişti. "Şimdi ne yapacağız" dedim panik içinde, köye dönmemiz lazım, herkes orada, teyzem orada" "Köydeki herkes çarpılmış olabilir" dedi. "Neeaa" "Herkesin ağzı burnu yamulmuş olabilir" "O halde, o halde mutlaka dönüp insanlara yardım etmeliyiz" "Bilemiyorum, çok tehlikeli." Yine kızmıştım. "Sen burada bekle o vakit, ben köye gidiyorum" dedim ve üç kulhuvallah bir elham okuya okuya yokuş aşağı inmeye başladım fakat üçbuçuk atıyor idim dostlar. Memo yanımdan yürümeye başladı. "Bir şekilde iyi satte olsunlara görünmeden köyden Akçay'a inmeli, kurşun döken bir kocakarı bulmalıyız" dedi. "Ancak bu şekilde insanları kurtarabiliriz. Ayrıca camiye gidip hocaefendi ile konuşmalıyız, o, bütün köyü okuyup üflemeli. Üç harflileri ancak böyle def edebiliriz köyümüzden" sessizce başımı salladım. Hala anlamadığım birşey vardı. Memo bomboş yolda birden nasıl karşıma çıkmıştı. ?

Ağır ağır, oldukça temkinli bir şekilde çıtırlığın sonuna, okulun önüne geldik...


Evet, nasıl ??? Şimdi round robin oynayalım mı? Hikayeye kim devam eder? Lady Charlotte? Zekish? La Capitana ??? :)))

6 Aralık 2008 Cumartesi

ultimate siyah ayakkabı

Bizim blogcak bir siyah ayakkabı problemimiz var malumunuz. Yıllardır "o" siyah ayakkabıyı arar dururuz. Bildiğin basic siyah ayakkabı. Bir türlü "o"nu bulamamış idik. Bugün ben de artık son çare, gözümü kararttım ve Camper tükkanına giderek ceplerimi boşalttım ve bu ultimate siyah ayakkabıyı aldım dostlar:
Artık bu da olmazsa, valla kahverengiye geçeceğim. Oyyy oyy.

Efendime söyleyeyim, son haftalar tam bir kabustu. Tekstil sektörünün kutsal koleksiyon mevsimindeyiz. Geceyarılarına kadar numune yapıp kargo şirketlerine avuçla para saçıyoruz teslim tarihlerini yakalayabilmek için. Ne kadar kendini kendini tekrar eden berbat bir döngü değil mi Lady Charlotte'cuğum?

Bu hezeyenlar içerisinde kafamı rahatlatmak için ne yapıyor idim? LEGO Indiana Jones The Original Adventures oyununu oynuyordum tabii ki. Öykü modunda 3 bölümü de bitirdim. Yani 3 filmi baştan sona oynadım. Çok zevkli, çok komik, resmen lego adamcığını Indy yerine koydum. Öykü modunu tamamlayınsa serbest oyun seçeneği açılıyor. Bu sefer 3 bölümü baştan , istediğin karakteri seçerek oynuyorsun, oynarken de sürekli kişilik değiştirebiliyorsun. Mesela ben bazukalı düşman askeri kişiliği olarak oynuyorum şimdi, sağda solda ne varsa havaya uçuruyorum ohhh... Sen sağ ben selamet, ne koleksiyon kaldı, ne cari hesaplar aklımda.

Bayram tatilinde de parasızlık sebebiyle seyyahate gidememekten ötürü moralim bozuk. Bu yüzden bir oyun daha aldım. Lego Star Wars II : The Original Trilogy püüahahahhah . Sonuçta hayatta en çok Star Wars ve Indiana Jones serilerini seviyorum (Godfather üçüncü geliyor) Lego Star Wars oyunu, Indy'nin oyunundan daha önce çıkmış, oynanma mantığı aynı, legolardan yaratılmış Star Wars evreninde Prenses Leia olarak filmleri baştan sona oynuyor, lego parçacıklarını patlatıp gerekli eşyaları yapıyor, bulmacaları çözüyor, karakterleri yönlendiriyorsunuz. Bunlar benim için hayatta en sevdiğim oyunlar oldu. Daha da oynanmayı bekleyen 2 adventure var, Secret Files Tunguska ve Egypt III fate of Ramses. Fakat bu Indy ve SW üzerine adventure oyunları şimdi ağır ve sıkıcı gelecek.

Bayram tatilinde okuyacak bir sürü kitabım da var. Mesela yepyeni Paris kitabım :

Bu sadece o fotolarla dolu kitaplardan değil. Küçük resimli bir Paris ansiklopedisi tadında. Hatta şu ayakkabının masrafının ağırlığından kurtulunca bunun Roma versiyonu, varsa antik Mısır versiyonunu da isterim. O kadar güzel, dolu dolu bir kitap.

Haa unutmadan, bir de kendime Patrick aldım, şişko pembe denizyıldızı Patrick! Şimdi bayramda el öpmeye gelecek yeğenlerimden saklamam gerekecek Patrickimi .

29 Kasım 2008 Cumartesi

karma , kimyon ve sırpça

Günler , aylar ve yıllar ne de çabuk geçiyordu. gerçekleştiril(e)memiş planlara ömür yetecekmiydi diye düşünmeye başlamıştık artık? şartlar uygun olacakmıydı? real fiesta deyimiyle vuruş sırası bize de gelecekmiydi? yoksa gelip geçmişti de farketmemişmiydik.

zekish bugün dedi ki , dün beni rüyasında görmüş. ona mesaj atmışım ve demişim ki güneş doğuyor. güneş yeniden doğacakmıydı gerçekten , yoksa rüyalarda mı kalacaktı?

kimyonun son kullanma tarihi geçmemişti daha ama dün ben yine de çöpe attım onu , tadı bozulmuş gibiydi , aslında benim ağzımın tadı bozulmuştu.
ve pişman ol(a)mamak . bu iyi birşeymiydi? kötü birşeymiydi?
iyiyle kötü yoktu ama di mi , unutuyorum hep. öğretilmişlikler su yüzüne çıkıyor işte , ne kadar derine gömsen de , herşey zamanla yer değiştiriyor. akışkan olan hiçbirşeye güvenmemek lazım.
suya bıraktığın her ne ise hangi kıyıya ne zaman vuracağı belli olmuyor işte dostlar.
çöpten çıkartsam da bir işe yaramaz artık di mi :)) hem bu kaçıncı kimyon çöpe atılan.

biri bu gidişata bir son vermeli ya da kimyonsuz bir dünya düşlenmeli.

hayatta neyin ne kadar önemi var ki?

hiçbirşeyin hiç önemi yok galiba.

Hvala ti srce mohe.

her zamanki gibi gökten üç elma düştü , üçü de kafama düştü.

karma.

24 Kasım 2008 Pazartesi

uçak açık uçuk

ühühühü uçurdum yine uçuk çıkarttım
Pazar gecesi oturmuş Egypt 2 isimli bir oyunla uğraşırken çıktı uçuk. Bir anda pörtledi dudağımdan. Acaba neden? Kedim kayboldu, canım sıkkın, ondan mı? Günlerdir eve gelmiyor kedicik, yastığı boş, mama tabağı dolu kaldı. Minik oyuncak faresinin boynu bükük. Annem de yok İstanbul'da, cebinden aradım dertlendim. Ben gelince arar bulurum dedi. Ancak anneler bu kadar emin konuşabilirler. Ya da annem bizim kedinin nerelere takıldığını biliyor??

Yani, böle gözü çıkmış, patisi parçalanmış dönecekse dönmesin o kedi. Ben bu acılara dayanamam bir daha. Yeter bu kedilerden yana döktüğüm gözyaşları :(((


20 Kasım 2008 Perşembe

Judy ve Uzunbacak

Aah ah. Geçen hafta sonu kendime çılgınca bir nostalji yaşattım ama hiç bahsetmemiştim size.

Oturup baştan sona 40 bölüm tekmili birden Judy ve Uzunbacak (Daddy Long Legs) izledim. Ya ne olur, bunun TRT'de yayınlanmış Türkçe versiyonunu bulan eden yok mu? Herşeyi orijinal lisanında izlerim, Japonca'yı da seviyorum, ama Judy ... olmuyor dostlar.

İzlemeye nasıl başladım ben de anlamadım. Bu uydulardaki bilmemne yüzünden bütün kanallar bozulmuştu ya, eh tv seyretmekten çok sıkılan bir vatandaş olduğumdan zahmet edip kanalları falan düzeltmedim. Onun yerine dedim ki, takayım Judy'i , o oynasın, ben de kitabımı okurum. Ev boş, bir ses olur evde, korkmam dedim. Fakat o da ne? Kitabı okuyamadım, gözümü alamıyorum çizgi filmden. Epeydir izlememişim, bir hoşuma gitti ki, kitabı, oyunu, interneti bıraktım, oturdum Judy ve Uzunbacak izlemeye. 

Böyle, "Sevgili Uzunbacaklı babam" diye başlayan mektuplar gönderip, zarfın üzerine 

Miss Judy Abbott
Lincoln Memorial Lisesi
Fergussen Yurdu
New  Jersey 

yazmak istedim. Oda arkadaşlarım Sally ve Julia ile şapka almaya gideyim, şehre inmişken Jimmy'nin kafesinde çay içelim, akşam beşte okulun önünde Jervis'le randevuma yetişmek için bütün kampüsü koşarak katedeyim istedim. Okul balosuna gidelim, New York'da tiyatro izleyelim, Lock Willow çiftliğinde pisi balığı tutayım istedim. 

Hülasa, 2 gün sabahtan akşama kadar Judy izledim. Hatta üşenmedim, sizin için bir sürü screen caps aldım, akşama da o resimleri yükleyeyim de tam olsun. Bu işin sonu da bir Judy bloguna varır zannederim.

XO XO


18 Kasım 2008 Salı

11 Kasım 2008 Salı

İstanbul turunun sonu

İstanbul turumun sonunu da yazayım tam olsun dostlar.

Nerede kalmıştım? Perşembe günü... Bu gün geleneksel vs. modern günü idi.

Sabah öncelikle Eyüp'e giderek meşhur camiyi gezdik anacak çok kalabalık ve fena derecede hacı yağı kokulu olduğundan çabuk kaçtım ben oradan :






Eyüpten teleferiğe binip Piyer Loti tepesine çıktık sevgili seyirciler. Buradaki kahve türbanlı vatandaşlar tarafından ağzına kadar doldurulmuş idi. Biz de en tepedeki tarihi kahve midir nedir orada içtik çaylarımızı. Ben burada tost yedim, mısır yedim, türk kahvesi de içtim ooohh. Ama su içip taşa oturmadım hahahahaaah
Turumuzun geleneksel kısmını böylece tamamladıktan sonra Eminönüne geri dönüp tramvayla Tophaneye gittik ve de İstanbul Modern'in gezdik. Perşembe günleri bu galeriyi ücretsiz gezebilirsiniz.

Sergideki resimlerin çoğu soyuttu ve tabii bu kadar sanat beni aştı. Fakat Hayrünissa Zeid'in geometrik resimleri, işte onlar şahaneydi dostlar.
Müzeyi gezdikten sonra harika manzaralı kafesinde oturup kahve içtik, tatlı yedik. Framboazlı cheesecake ve de dondurmalı profiterol :

Bence o verdiğim fahiş fiyata göre o kadar lezzetli değildi tatlılar. Fakat vapurlar ve Sarayburnu manzarası buna değdi.
Cuma günü ise Beyoğlu'na gittik. Önce Sen Antuan Kilisesini gezdik. Sonra da Pera Müzesini.


Pera Müzesinde olağanüstü güzel bir sergi var : “Doğu’nun Cazibesi” Britanya Oryantalist Resmi. İşte bu da web sitesi : Doğu'nun Cazibesi

Fotoğraf çekmek yassaktı, o yüzden buraya koyabileceğim bir foto yok idi.

Bu müzeyi bayıla bayıla gezdikten sonra Cihangir'e inip Symirna'da tadı damaklara seza bir şenlik sofrası kurduk. Yan masaya da Teoman geldi ayol hahahaha. Tam Cihangir. Neyse, Symirna'da atıştırma tabağı, mantar soslu tavuk, 4 peynirli cevizli penne yemiştik ama fotoğraflarını çekmeyi unuttum , taa yedikten sonra aklıma geldi. Geçmiş olsun.

Böylece bir hafta rüya gibi geçti, dün de işbaşı yapıp İstanbul'daki sıradan hayatımıza geri döndük ama ben yine yapacağımı yaptım. Fakat bu da başka bir yazının konusu :)

5 Kasım 2008 Çarşamba

İstanbul turuna devam

İstanbul gezilerime Salı ve Çarşamba günleri de devam ettim sevgili seyirciler

Salı günü ilk iş Sakıp Sabancı Müzesindeki Salvador Dali sergisini gördüm. Hayal kırıklığı oldu benim için. Mütemadiyen Dali fotoğrafları ve Dali'nin otobiyografisi ve başka eserler için yaptığı eskizlerden oluşmakta idi. Hiç içimi açmadı.

Keyiflenmek için Taksim'e çıktık ve 54HŞ nolu otobüse binip İstanbul'da en sevdiğim müzeye, Rahmi Koç Müzesine gittik.

Müzedeki bütün o makinaları çalıştırdım, deneyleri yaptım, bahçedeki uçağa bile çıktım. Denizaltı ise yine eksik kaldı.


Bir de yolun karşısında müzenin diğer binası varmış. Kaçıncı gelişim, yeni öğrendim! Ve o binada harika bir denizcilik koleksiyonu, fotoğrafçılık ve ses kayıt tarihi koleksiyonları, ölçüm aletleri ve kameralar bulunmakta idi. İşte böylece akşama kadar zevkle bu şahane müzeyi gezdik.
Çarşamba günü Beşiktaş'dan Edirnekapı otobüsüne binip Zeyrek'de indik (SSK'nın önü oluyor) Karşıya geçip Reşat Nuri sahnesinin yanından Süleymaniye'ye doğru yürümeye başladık.

İşte Tarihi Vefa Bozacısı buracıkta idi :


Vefa Bozacısını ve Vefa Lisesini yürüyüp geçtikten sonra, sanki zaman tünelinden geçip eski istanbul'a gelmiş idik.

Yokuşun ucunda ise muhteşem Süleymaniye Camii bulunmakta idi. Cami bu dönemde büyük bir restorasyondan geçiyor.


Caminin avlusu cıvıl cıvıl, tarihi kurufasülyecilerden mis gibi kokular yayılıyor. Caminin yanındaki mezarlıklara gidiğimizde ise, eski Osmanlı mezartaşları arasında dolaşan kara bir kedicik bizi karşıladı, bahçenin ucunda ise Kanuni Sultan Suleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleri bulunmakta idi.


Süleymaniye'nin etrafında bir tur atınca Mimar Sinan'ın türbesini de bulduk.


Fetva sokaktan yürüyerek Tahtakaleye indik.

İnsan hayatı boyunca Eminönü'ne defalarca gider değil mi? Ama kendimi turist yerine koyunca herşey daha renkli daha çarpıcı göründü bana :)


İşte yıllarca önünden geçip gittiğimiz Rüstem Paşa Camisine de böylece keşfetmiş olduk :


Bu cami Avrupa'nın en zarif camisi seçilmiş. Ufak tefek güzeller güzeli bir cami. Mimar Sinan'a bu camiyi Sultan Süleyman, kızı Mihrimah Sultanın kocası Rüstem Paşa adına yaptırmış. Caminin çinileri Türk çiniciliğin en üst düzeyinde kabul ediliyormuş



Camiden çıkınca geriye doğru dönüp Küçükpazar'a yürüdük. Amacımız eski Osmanlıdan bozulmadan kalmış tek sokağı bulabilmek.

Küçükpazar :

Küçükpazar'dan yukarı tırmandık ve işte Ayrancı Sokağı

Yokuşun tepesinde meşhur Haliç Kafe bulunmaktaa. Muhteçem bir Haliç manzarasına karşı Türk kahvelerimizi içerek bu uzun yürüyüşün yorgunluğunu attık. Yanında yediğimiz brovni sıcak ve yeterince ıslak idi.

Haliç Cafe'nin manzarası :

Yeterince dinlendikten sonra Eminönü'ne geri yürüdük ve 47 nolu otobüse binerek Miniatürk parkına gittik sevgili seyirciler.

Park çok başarılı olmuş. Maketler, gezi planı hepsi çok güzeldi. Atatürk Olimpiyat stadını da yapmışlar. Önünde 4 tane minik turnike, herbirinde bir büyük takımın arması, 1 YTL ile çalışır yazıyor. Aaa bu ne acaba diye merak edip Fenerbahçe turnikesine 1 Ytl'yi attım, atmamla bangır bangır Kıraç'ın Fenerbahçe marşı çalmaya başladı ahahahahaha Park inledi dostlar inledi.
Sultanahmet Camii minyatürü:

Mardin taş evlerin minyatürü :


Şimdi bu yazıyı hemen bitirip turumun bugünkü bölümü kendimi sokaklara atmalıyım dostlar :)

4 Kasım 2008 Salı

İstanbul'da

Bu hafta izinliyim. Bu sefer yurtdışı seyyahati yerine kendi kentimde turist olmak istedim.


İstanbula gelen bir turist ne yapar? İlk iş Sultanahmet'e çıkar. Topkapı'yı da gezmeyeli 2 sene olmuş. Kalktık gittik bu güzel güneşli günde Sultanahmet'e.


İlk iş ecnebilerin Blue Mosque dediği Sultanahmet Camisini gezdik. Üniversite yıllarımda defalarca gelmiştim buraya ama yine de o zarif avlusu ve muhteşem kubbesinden çok etkilendim.


Ayasofya Pazartesi kapalı imiş. O yüzden onu pas geçip Yerebatan Sarnıcına gittik. Giriş 3 ytl idi.


Kapkaranlık sarnıçda sütun diplerindeki kırmızı ışıklar, çalan mistik müzik ile oldukça ürkütücü idi yerebatan sarnıcı.

Sarnıçtan çıkıp tramvay yolu üzerinden yukarı doğru iki üç adım atınca, hemen parkın önünde Million Taşı bulunmakta.


İşte bu taş Bizans'ın sıfır noktası, eski zamanların sofor meridyeni imiş Greenwich'den çok önce.


Ayasofyanın yanından kıvrılıp Topkapıya çıkan yolu çok severim.

Sarayın girişinden Bab-üs Selam kapısına kadar olan yol güzelce düzenlenmiş idi. Halbuki bir önceki ziyaretimde burası toz toprak içinde ydi diye anımsamaktayım.


Müzeye giriş ücreti 20 YTL olmuş, ilgilenenlere duyurulur!

Girişte öncelikle hoş bir fotoğraf sergisi gezdik. Bunlar Abdülhamid II'in tüm dünyadan topladığı fotoğraflar idi .

Sonra saltanat arabalarını ve saray mutfağını gezdik. Buradaki Çin ve Japon imparatorlarından gönderilmiş porselenler bulunmakda idi.


İç kısımlara girmeden önce Divan-ı Humayun'u gezdik ve sonra en sevdiğim kısım olan Hazine'ye sıra geldi. Ah o muhteşem elmaslar, zümrütler, inciler, pırlantalar :))) Ben takıp takıştırmayı sevmem, hatta mesela kulaklarım bile delinmemiştir , o kadar meraksızım... ama mücevherin bu kadar büyük ve gösterişlisine, eski antika elmaslara bayılırım. Görgüsüzlük mü bu nedir? :)))

Mücevherleri gezip bitirince deniz manzaralı Mecidiye Köşkü kısmına gittik. Ah güneşin altında Boğaziçi ve Marmara, hava ne kadar güzeldi ve biryandan da sonbaharın sarı tutuncu kırmızı renklendirdiği ağaçlar ile İstanbul ne kadar şahane görünmekte idi.

Diğer uçtaki Bağdad Köşkünden eski şehre baktık. O manzarayı görmek lazım. Resim gibi.
Ellerimi o eskimiş ama capcanlı mavi yeşil beyaz sarı çinilere sürdüm. Etkileniyorum böyle şeylerden. Neler görmüş neler geçirmiş şu saray.